Arınmış ruhlar arınmış bedenler

Ne çok fazlalık var hayatımızda… Arınmak mümkün mü tüm yaşam alışkanlıklarımızdan ve doğru bildiğimiz yanlışlardan?
2 yıl önce araştırmaya ve 1 yıl önce de uygulamaya başladığımız “Sağlıklı beslen sağlıklı yaşa” sloganı, faydalarını gördükçe hayat felsefemiz olmaya başladı. Bu yola çıkarken yazdıklarıyla bize ışık tutan ve zor olmadığını anlatan Dr. Erhan Özer ve Mehmet Ali Bulut’a minnettarız.
Biz diye bahsediyorum, çünkü bu yola yalnız değil eşimle, hatta onun yönlendirmesi ve azmiyle çıktık. Ne yalan söyleyeyim o olmasa ben belki de, gözümde büyütür, öğrendiklerimle kalırdım.
Aslında her şey bir alerjiye çözüm ararken başladı. Sağlıklı olabilmenin ancak arınmış bir ruh ve bedenle mümkün olabileceğini okuduk. Peki, ne demekti bu? Nasıl arınacaktık bunca yıl biriktirdiklerimizden?
Her şey fazlaydı hayatımızda, yediğimiz, içtiğimiz, uyuduğumuz, düşündüğümüz. Biraz azaltmak ve hatta azalmak gerekiyordu. Biraz sükunetti aradığımız… Bir yerden başlamak gerekiyordu biz de öyle yaptık. Şu an her şey dört dörtlük mü, diye soracak olursanız tabii ki hayır. Bu uzun bir yol ve biz de bu yolda yürümeye istekli ve azimli yolcularız.  “Göç yolda düzülür.” derler, zamanla göreceğiz.
Son 1 yıldır öğrendiklerimizi yakın çevremizle paylaşmaya başladık. Buna hazır olan aile bireyleri ve arkadaşlarımız olduğu gibi, yadırgayanların ya da zor bulanların sayısının daha fazla olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. İlk başlarda söylediklerimizi ciddiye almıyorlar ve kendilerine zarar vermeye devam ediyorlar diye düşünüp üzülüyorduk, genetik tarafımız ağır basıyor ve sevdiklerimiz için endişeleniyorduk. Sonraları bunun ne kadar yersiz olduğuna karar verdik. Herkes ihtiyaçları doğrultusunda bir şeyleri algılar ve hareket eder. Demek ki henüz böyle bir ihtiyaçları yoktu. “İhtiyacı olanları bizim bulma çabamız niye?” dedik ve aklımıza çok da yaratıcı olmayan başka bir fikir geldi. İhtiyacı olanlar bizi bulsun deyip yazmaya başladık. Öğretmek değil paylaşmak olmalıydı yolumuz…

Sağlıksız bir yaşam bizim tercihimiz mi?

Sürekli yorgunluktan, stresten, hastalıktan bahsediyoruz. Peki hastalanmamak için ne yapıyoruz? Tıbbı reddetmeden ama aynı zamanda sağlık sisteminin çarklarına düşmeden sağlıklı olamaz mıyız? Pek tabii bu mümkün. Önce doğduğumuzdan beri bize öğretilen ve bizim de hiç sorgulamadan yaptığımız yanlışı düzeltmemiz gerek. Tüm hastalıkların fiziksel bir durum olduğunu ve sihirli iki ilaç kullanıp iyileşeceğimizi hayal etmekten vazgeçelim.
Hipokrat, hastalıkların tedavisinde en büyük yanlışın vücut için başka, ruh için başka doktorlarda şifa aramak olduğu konusunda yüzlerce yıl öncesinden bizi uyarmış. Ruh ve vücut birbirinden ayrılamaz. Hastalığı tedavi etmek için ruh, beden ve zihni birlikte düşünülmeliyiz. Önemli olan ağrıyı kesmek değil, ağrının nedenini bulmak. Nedeni bulduğumuzda hastalığı geçici olarak değil temelli olarak şifalandırabiliriz.
Bizi hasta edecek onlarca faktör var hayatımızda. Kalabalık, yorucu ve bir hayli stresli şehir hayatı… Elimizden düşmeyen bizden daha akıllı olduğuna inandığımız, özel ve sosyal hayatımızı koşulsuz şartsız teslim ettiğimiz cep telefonu ve tabletler… Doğal olmayan, hormonlu, katkı maddeli gıdalar, genetiği değiştirilmiş sebze ve meyveler… Dejenere olmuş, güven yoksunu ilişkiler, duygusal ve ruhsal çatışmalar. Bir de her fırsatta arkasına sığındığımız genetik faktörler.

Her şeyi aştık varsayalım, peki genetik faktörler ne olacak?

Bu yola çıkarken bize ışık tuttuğunu belirttiğim Dr. Erhan Özer, Şifa Sende kitabında “Genetik kaderimiz değil” diyor, kronik hastalıkların sonraki kuşaklarda devam etmesinin en önemli nedenini regülasyon blokajlarına bağlıyor. Özer, her duygunun bir organı olduğunu ve hastalıkların ana kaynaklarının bu duygular olduğunu vurguluyor. 
Aslında bizim de uzun zamandır araştırıp sonunda ikna olduğumuz şey tam olarak bu. Genetik olarak bize geçen şey hastalıklar değil hastalıklara sebep olan duygu ve düşünceler. Ebeveynlerimizden, atalarımızdan bize kalan miras yani. Eğer endişeli bir ailede büyüdüysek, ilk sorumluluk almaya başladığımız andan itibaren öğrenmiş olduğumuz bu duyguyu hayatımıza adapte etmiyor muyuz? Yani birileri bizim için endişelenmeyi bıraktığında bu geleneği biz devam ettirip kendimiz için endişelenmeye başlıyoruz. Endişe duygusu zannettiğimiz gibi sadece zihnimizi oyalamıyor ya da hedefe doğru giderken önümüze engel çıkarmıyor. Böbreklerimiz en çok endişe ve korku duygusundan etkileniyor. Böbrek rahatsızlığı çekenler bu iki duyguyla ne kadar haşır neşir olduklarını fark edeceklerdir. Yaklaşık 7 yıl önce böbrek taşı düşürdüğümde bu durumun farkında değildim. Ancak bugün geçmişe dönüp küçük bir değerlendirme yaptığımda tüm endişe ve korkularımın arkasına saklandığımı görebiliyorum. İşin kötü tarafı o zamanlar kendim için ne kadar endişelendiğimi, korktuğumu bilmiyordum bile. İnsan korktuğunu bilmez mi demeyin! Bir nevi üç maymunu oynayabiliyor insan. Düşünmekten kaçan insan kendini bilmez, görmez ve duymaz.

“Dünyayı güzellik kurtaracak / Bir insanı sevmekle başlayacak her şey” demiş Zülfü Livaneli. Şiirlerde, şarkılarda kalmasın bu güzel dizeler… Bir insanı sevmekle başlayalım biz de, kendimiz olalım sevdiğimiz ilk insan. Üstüne basa basa tekrar ediyorum, önce kendimizi sevelim, önce ben demekten korkmayalım. Biz, mutlu, sağlıklı ve sevgi dolu olduktan sonra etrafımıza da güzel enerjiler yaymaz mıyız? Vefakar, cefakar anne ve babalarımız, yılların nasıl akıp gittiğini anlayamamış aile büyüklerimiz, kendini işine, eşine, ailesine, çocuklarına adamış, onlarca, yüzlerce insan var tanıdığımız. Biz de onlardan biriyiz aslında. Kendimizi birilerine, bir şeylere adamak yerine kendimize dönsek, farkımıza varsak, kendimiz için yaşasak, biriktirsek biraz…
Çocuklarımız, torunlarımız daha rahat bir hayat sürsün diye kendi yaşayacaklarımızdan fedakarlık etmek yerine birlikte yaşayıp güzel anılar biriktirsek. Saçımızı süpürge etmek, giymemek giydirmek, yememek yedirmek gibi anaçlık sandığımız oysaki ne kendimize ne de etrafımızdakilere faydası olmayan bu davranışları silsek belleğimizden fena mı olur? Birilerini mutlu etmek yerine birlikte mutlu olmayı deneyebiliriz. Sürekli almak veya sürekli vermek zorunda değiliz, alış veriş halinde olmak daha interaktif bir ilişki.
Aslı Aydoğdu

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kiril Alfabesi’nin doğduğu yer, Ohrid!

“Gelecek bana ait” diyen bir mucidin hikayesi

Hastalıklarımızın sebebi düşünceler