Bir Paris Kaçamağı

"Hangi şehir şaraba benzer?
 Paris.
 İlk bardağı içersin
 buruktur,
 ikincide dumanı vurur başına,
 üçüncüde mümkünü yok masadan kalkmanın
 Garson bir şişe daha getir!
 Ve artik nerde olsan, nereye gitsen
 Parisin ayyaşısın iki gözüm"

Ben daha güzel bir giriş yapamayacağıma göre Nazım Hikmet’in “Paris Üzerine Bilmeceler” şiirinden alıntıyla başlayayım dedim. Başlıkta zaten bir sinema filminden arak…
Her köşesine aşina olduğunuz ama daha önce hiç bulunmadığınız bir şehri gezmeye hazır mısınız? Onlarca roman, şiir, müzik ve filmden sonra hiç birimiz yabancı sayılmayız Paris’e. Mesela ben, martıları bile tanıyordum bu şehirde… Gezdiğim tüm sokaklarda başımı yukarı kaldırıp uzun uzun çatı katlarına baktım. Okuduğum tüm hikayeler bu derme çatma çatı katlarında geçiyordu. Kulaklarımda Edith Piaf’ın sesi, “La vie en rose” çalıyor sanki her yerde…

Temmuz’un ilk haftası Paris’e gitmiştik ve şiddetli yağmurlardan dolayı Sen Nehri yükselmiş neredeyse tüm şehir sular altında kalmıştı. Bazı metro istasyonları ve neredeyse müzelerin tamamı su baskınından dolayı kapatılmıştı. Pariste dolu dolu tam 4 günümüz olmasına rağmen Louvre müzesi dahil hiçbir müzeyi gezemedik. Önce bir “Nasıl yani, böyle şans mı olur?” desek de sonradan fark ettik ki; bu sayede hem doya doya Paris’i gezmiş olduk hem de Paris’e bir kez daha gelmek için bahanemiz oldu.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Paris öyle 3-4 günde gezilecek bir şehir değil. Gezilecek bir sürü yer ve içilecek onlarca kahve var. Müzeler, parklar, meydanlar, antika pazarları, konserler derken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız bile. İmkanı olanlar bir aylığına bir çatı katı kiralayıp şehrin doyasıya tadını çıkarabilirler, vakit problemi olanlar da birkaç kez Paris’e giderek açığı kapatabilirler.
Ben böyle 1 ay kalın, olmadı birkaç kez gidersiniz dedim diye Paris zırt pırt gidilecek ucuz bir şehir gibi algılanmasın. Bence Avrupa’nın en pahalı şehirlerinden biri... Metro biletleri bile el yakıyor, ama aynı bileti bazı hatlarda birkaç kez üst üste kullanabiliyorsunuz.
Şehir merkezine yakın oteller eski, odaları küçük ve pahalı. Ama siz yine de otelinizi merkezi bir yerden ayırın, hem müzelere ve parklara yürüyerek gitme imkanınız olsun hem de geceleri otele dönüş problemi yaşamayın.
Dünyanın en çok turist ağırlayan şehirlerinden biri olunca hava alanı sayısı da fazla oluyor tabii. Paris’te 4 tane hava alanı mevcut. Taksiyle en yakın hava alanı 60 Euro, en uzak hava alanı da 170 euro civarında. Taksileri başka müşterilerle birlikte ve önceden pazarlık ederek kullanmanız mümkün, kredi kartı da geçiyor. Biz dönüşte ucuza plak bulduk alalım derken uçağa giden otobüsü kaçırdık ve taksiye 150 euro para bayıldık. Biz yandık siz yanmayın, aman dikkat!

Müzeleri anlatamayacağıma göre gezip gördüğüm yerlerden bahsedeyim biraz. Paris deyince ilk akla gelen yerden, Eiffel Kulesi’nden başlayayım. Akşamüzeri yanınıza içeceklerinizi de alıp gitmenizi ve gündüzü ayrı gecesi ayrı etkileyici olan kuleye karşı güneşi batırmanızı tavsiye ederim.

Gün batımında Eiffel’i çizen ressamlar, romantizmin dibine vuran aşıklar, kadehini bu şehre kaldıran yerli ve yabancı turistlerle Eiffel bir başka güzel. Kuleye çıkmak için uzunca bir sıra beklemeniz gerektiğini söylememe gerek yok sanırım. Asansörle veya merdivenle kuleye çıkmak mümkün. Kulenin ilk katı 100 metre, en tepesi ise 276 metre yükseklikte.
Akşamüzeri yapılacak başka tavsiyelerde de bulunayım hazır aklıma gelmişken. Mesela akşamüzeri nehir turu yapabilir ya da 12 tane caddenin kesiştiği kavşakta bulunan Zafer Takına çıkabilirsiniz. En az Eiffel kadar güzel manzaraya sahip olan Zafer Kapısı’nda da sıra bekleyeceğinizi unutmayın.
Dünyanın en ünlü caddelerinden birinde Champs Elysees’ede dolaşmak pek havalı. Zafer takının az ilerisinde, geniş kaldırımları, ünlü markaları ve iddialı vitrinleriyle 2 km uzunluğunda bir cadde burası. Aman süslü püslü olun burada yürürken valla herkes çok artist…

Buraya kadar gelmişken makaronların tatlı rüyası Laduree Pastanesi’nde tatlı-kahve keyfi yapmayı ihmal etmeyin. Pastanenin içinde oturmanızı ve klasik Fransız tarzını yaşamanızı şiddetle öneririm.


Paris’e gidip görmeden dönmemeniz gereken yerlerden biri de Notre Dame Katedrali. Seine Nehri üzerinde yer alan İle de la Cite Adası’nda yer alıyor katedral. Nehir üzerinde yer alan iki ada var ve adalara köprülerden yürüyerek geçiliyor. Bizim otelimize çok yakındı katedral ve ilk ziyaret ettiğimiz yer burası oldu.

Mimarisi oldukça sıra dışı olan ve gotik tarzda inşa edilen katedralin yapımına 1163 yılında başlanmış ve tam 182 yıl sonra 1345’te tamamlanabilmiş. Katedralin önünde fotoğraf çeken turistlerden daha çok çekik gözlü gelinler ve damatlar var.
Paris’in en sevdiğim yanı parkları ve bahçeleri oldu. Tam 400 tane park olduğunu okuduğumda ağzım açık kalmıştı. Öğlen molalarında yemeğini alan parklara koşuyor. Bizim onlardan neyimiz eksik? Sandviçlerimizi ve biralarımızı aldığımız gibi öğlenleri parklarda takıldık.
Concorde Meydanı ile Louvre Müzesi arasında yer alan Tuileries Bahçesi yaklaşık 500 metre uzunluğunda ve 1564 yılında yapılmış. İçeride simetrik biçimde tasarlanmış süs havuzları, aralara serpiştirilmiş heykeller, sanat eserleri var. Banklarda oturup güzel manzaranın keyfini çıkartabilirsiniz.

Paris’in ikinci büyük parkı Lüksemburg Bahçesi 16. yüzyıl başlarında Medicis ailesi tarafından yaptırılmış ve içerisinde Lüksemburg Sarayı da bulunmakta. Bahçede pek çok heykel, anıt, çeşme ve büyükçe bir havuz bulunuyor. Yemyeşil çimlere uzananları görünce biz de seriliyoruz yere ve tüm yorgunluğumuzu buraya bırakıyoruz. Asırlık ağaçların gölgesinde rengarenk çiçekleri ve heykelleri izlerken gözümüz gönlümüz açılıyor.

Yine bir akşamüzeri etkinliği olarak Paris’in en yüksek tepesine kurulan ve kutsal kalp anlamına gelen Sacre Coeur Bazilikasını ziyaret ediyoruz. Notre Dame’dan sonra en çok ziyaret edilen anıt-kilise burası. Bazilikanın inşaatı 1874 yılında başlamış, 40 yıl süren inşaat 1914 yılında tamamlanmış. Şehir merkezinden otobüse binerek buraya ulaştık. Piknik sepetini alan patikadan yukarı doğru tırmanıyordu. Hemen en yakın markete girip şarap ve atıştırmalıklarımızı alıp biz de tırmanışa koyulduk. Tepeye doğru yaklaşırken bazilikanın hemen altında yer alan küçük bir parkta bizde diğer tüm turistler gibi mola veriyoruz ve muhteşem Paris manzarasına kadeh kaldırıyoruz.

Elimizden yemek yiyen güvercinler de günün sürprizi oluyor. Keyifli bir molanın ardından tırmanışa devam ediyoruz. Bazilikanın önünde yer alan merdivenlerde fotoğraf molası vermeden bu gezi tamamlanamaz. Yüzlerce turist bu merdivenlere yayılmış kah manzarayı seyrediyor kah fotoğraf çekiyor. Kiliseyi de gezdikten sonra daha fazla keşif yapmak için ara sokaklardan yürüyerek inişe geçiyoruz. Dünyanın pek çok noktasından gelen ressamların bulunduğu Ressamlar Tepesini de böylelikle görmüş oluyoruz.

Bir sonraki durağımız çok yakınlarımızda olduğunu bildiğimiz Moulin Rouge. Kırmızı Değirmen anlamına gelen Fransa’nın ünlü gece kulübü özel işletme olmasına rağmen Fransız Kültürü’nde kendine önemli bir yer edinmiş. Küçük ahşap bir yapı üzerinde yer alan kırmızı yel değirmeni ile ünlü bu kulübe vardığımızda saat 7 civarı. Akşama bilet alarak Paris’teki üçüncü günümüzü taçlandıralım istesek de maalesef kısmet olmadı. Bütün biletler satılmış, çok önceden biletimizi almalıymışız. Acemilik işte…
1874 yılında bir yarışmanın hatırına tasarlanıp inşa edilen opera binası tam 1979 koltuklu. Neden 1980 değil de 79 diye sorasım geldi de kime soracağımı bilemedim. Opera Garnier adını kendisini tasarlayan mimarından almış. Önceden akıl edip biletlerimizi almış olsaydık burada opera dinleme şerefine nail olabilirdik.
Dokuz hektarlık alana kurulu Concorde Meydanı, Paris’in ikinci büyük meydanı... 1763 yılında açılışı gerçekleştirilen meydanın ortasında 280 ton ağırlığında ve 23 metre uzunluğunda bir dikilitaş var. Dikilitaşın üzerinde, II. Ramses’in hükümdarlığını anlatan çeşitli hiyeroglifler yer alıyor.
Napolyon’un emriyle inşa ettirilen Madeleine Kilisesi de geniş ve uzun sütunları, antik tarzda mimarisi ile görülmeye değer.
Parisi anlatırken köprülerinden bahsetmemek ayıp olur. Nehrin iki yakasını birbirine bağlayan ve Paris sokaklarında keyifle gezinmemizi sağlayan köprüler. Şehir merkezinde gezerken köprülerin çoğundan geçeceksiniz zaten. Ama benim en çok aklımda kalan iki köprü; Kilitli Köprü ve Aleksandr Köprüsü… Kilitli köprüde üzerinde isim ve tarih yazılı binlerce asma kilit takılı. Kaç milyon kişinin dileğine şahitlik yaptı kim bilir?

Bir de Aleksandr Köprüsü var ki, seyretmelere doyamazsınız…
Her güzel şey gibi dördüncü günün sonunda Parisle vedalaşıyoruz. Bir kez daha Paris’e gidersek tüm konser ve opera biletleri önceden alınacak ve o müzeler birer birer gezilecek…

Aslı Aydoğdu
Fotoğraflar: Bilent Aydoğdu 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kiril Alfabesi’nin doğduğu yer, Ohrid!

“Gelecek bana ait” diyen bir mucidin hikayesi

Hastalıklarımızın sebebi düşünceler